İnsan hayatının belki de en unutulmaz anları vedalardan oluşur. Eksilmek, artmaktan daha etkilidir çünkü acı, bir duygu değildir bir sonuçtur. Belirli duyguların bir araya gelerek zihnimize uyguladığı bir baskıdır. Fiziksel bir darbe sonucu hissedilen acıdan daha güçlü olduğu zamanların olması bu yüzdendir. İşte vedalar bu acı kavramının en karmaşık ve zorlu olanını oluşturur. Ölüm en güçlü vedadır çünkü gidenin geri gelme ihtimalini kesinkes ortadan kaldırır. O küçücük tekrar görme ihtimalini Azrail’in yok ettiğini biliriz. Bu yüzdendir ki kalan için bu acının birazını dindirir. Gidenin kendi isteğiyle gitmediğini bilmek bize biraz da olsa güç verir. Bu noktada intihar edenler aklınıza gelebilir. Onların bu vedayı kendi isteğiyle seçmesi zaten birazcık da geride kalanların suçlu olduğuna inanmasındandır ancak konumuz bu değildir. Oğuz Atay ne yazmıştı: “Bir de vedalar albayım, vedalar. Ben vedaları sevmem albayım. Hiç gitmesin insanlar. Hele gelmemek üzere giderlerse, çok üz...
“Ne zaman bir dolunay görsem, dün gece ondan önceki gece... Gezegenler arasında parlaklığını ispatlamış. Sadece tek biriyle özdeş...” Attila ilhan, Aysel git başımdan derken, kafasının içini kastetmişti. Olmayan bir Aysel’den bahsediyordu. Yıldızlar kadar uzak, gözüyle görebileceği kadar yakın, tüm kalbiyle hissedebileceği kadar derin. Aysel’ler gitmese dünya daha güzel bir yer olabilirdi bence. Herkesin Aysel’i yanı başında olmalıydı. Buradan bütün Aysel'lere sesleniyorum gitmeyin. Gitmeyin ki, ne yıldızlara gözyaşı dökülsün ne de dolunaya şiirler yazılsın. İnsanın içinde bir sevgi olmasa kimseyi sevemez. Bu sevgiler öldüğü için dünya hep çirkin bir yer olarak kaldı çünkü tüm güzellikler Aysel’le beraber gitti. Tolstoy; “Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir insan yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir,” demişti. Demişti de, Üstadın hesaba katmadığı ise Aysel’in gitmesiydi. Aysel gidince ne şehir kalırdı ne de hikaye... Sizin de anladığınız üzere bu yazının...