İnsan hayatının belki de en unutulmaz anları vedalardan oluşur. Eksilmek, artmaktan daha etkilidir çünkü acı, bir duygu değildir bir sonuçtur. Belirli duyguların bir araya gelerek zihnimize uyguladığı bir baskıdır. Fiziksel bir darbe sonucu hissedilen acıdan daha güçlü olduğu zamanların olması bu yüzdendir. İşte vedalar bu acı kavramının en karmaşık ve zorlu olanını oluşturur. Ölüm en güçlü vedadır çünkü gidenin geri gelme ihtimalini kesinkes ortadan kaldırır. O küçücük tekrar görme ihtimalini Azrail’in yok ettiğini biliriz. Bu yüzdendir ki kalan için bu acının birazını dindirir. Gidenin kendi isteğiyle gitmediğini bilmek bize biraz da olsa güç verir. Bu noktada intihar edenler aklınıza gelebilir. Onların bu vedayı kendi isteğiyle seçmesi zaten birazcık da geride kalanların suçlu olduğuna inanmasındandır ancak konumuz bu değildir. Oğuz Atay ne yazmıştı: “Bir de vedalar albayım, vedalar. Ben vedaları sevmem albayım. Hiç gitmesin insanlar. Hele gelmemek üzere giderlerse, çok üz...
Hava da soğukmuş diye düşündü apartmanın kapısını kapatırken oysa pencereyi açıp baktığında bu kadar soğuk değil gibiydi. Bunun sebebi neydi acaba? Son zamanlarda bu sık sık oluyordu. Bunu bir bilene sorayım diye geçirdi kafasından, köşeyi dönerken…
Cadde de insanların akşam eve dönüş telaşı vardı. Hızlı hızlı yürüyenler hatta koşanlar… Bu kadar acele ettiklerine göre bir amaçları olmalıydı. Yemeğe yetişmek, çocuğu okuldan almak gibi. En son ne zaman bir yerden bir yere aceleyle gittiğini hatırlamaya çalıştı. Anımsayamadı. O an içine bir ürperti geldi. “Uzun zamandır amacım yok mu?” Bu soruya cevap vermemeyi tercih etti. Kulaklığın düğmesine bastı. Radyodaki şarkıyı bedeninde hissedince, derin bir nefes alıp yürümeye devam etti. Bu aralar radyo dinlemek daha çok hoşuna gidiyordu. Birisi sorduğunda ise “hayatıma sürpriz katmayı severim” diyordu. Şarkı çalmaya başlayınca düşünceler dile gelmeye başladı. Hep öyle olmaz mı? Şarkı dinlemek yeri geldiğinde düşüncelerini dinlemekti onun için. İlk olarak amaçsızca yürümeyi ne zaman sevdiğini düşündü. Yürümek bir yerden bir yere gitmekten fazlasıydı. Tek başına yürümek demek zihinde yürümekti. Sıradan birkaç şarkıya teslim olup adımlamak dünyanın en iyi terapisiydi onun için. Hayatında bir dönem kulaklığı olmadan yürümek daha güzeldi ama kısa bir süreydi. Sevgilisiyle yürüdüğü zamanlardı. Öyle ki onu evine bırakıp, kendi evine yürürken bile vazgeçmişti. Sebebi onun için basitti. Uyumadan önce duyduğu son ses ona ait olmalıydı. Tabi bunlar artık geride kalmıştı. “Kaldı mı?” diye sordu ama bu sefer herkesin duyacağı şekilde. Sıradan bir insanın sesine bu kadar anlam yüklediği için kendine kızdı. Diğerlerinden ne farkı vardı ki? Hayır hayır yoktu. “Bir şeylere ne kadar çok anlam yüklüyoruz?” diye bir soru geldi bir yerden. Yalnız yürümenin en güzel yanıydı bu. Düşünceler sırasız, alakasız, nasıl olursa olsun, dolaşıyordu zihnin içerisinde, yargılayan da yoktu onu. Böyle düşünme, yanlış düşünüyorsun diyen… Hele ki bir de bu kadar çok düşünürsen kafayı yersin diyenler vardı. Onlara deli oluyordu. Çok akıllıymış gibi delilere laf edenler. “Delilik dedikleri şey ne ki?” “Herkese göre bir takım şeyler delilik olarak gelmez mi?” Asıl düşünmeyenler deli deyip sigarasını yaktı. Soğukta sigara içmeyi severdi. Çünkü sigara dumanı ve içinden gelen soluğun buharı karışırdı. Duman iki kat daha fazla çıkar gibi olurdu. Çok keyif alırdı bu durumdan, “bir de elleri cebinde sigara içmeyi biliyorsan huzur bu işte…” “Neyse bir sakin ol.” diye telkin etti kendini. Tekrar sordu aynı soruyu: “Her şeye neden bu kadar çok anlam yüklüyoruz?”, ardından devam etti. “Galiba insan olmanın yegane özelliği buydu. Hayvanlar gibi içgüdüsel tepkiler vermekten ziyade anlamlandırıp ona göre davranıyoruz.” Bunda haklı olduğuna karar verip üzerinde devam etti, “Eğer anlamlar verip insani ilişkilerini ona göre kuruyorsa, insanlar neden bu kadar çok anlaşamıyor.” dedi. “Neden bu kadar çok cinayetler, bu kadar çok kavgalar var.” O sırada kar yağmaya başlamıştı. “Sen burada olsaydın, şimdi yürüyüşe çıkardık. Karda yürümeye bayılırdın. Ben pek sevmezdim ama sen seviyorsun diye ben de sevdim. Sonra ne oldu? Sen gittin. Ben karı sevdiğimle kaldım.” Diye düşündü. Hemen bu hayalden sıyrılıp öncekine dönmeye karar verdi. “Hayal kurma, düşün!” bu azarlaması işe yaramıştı. Düşünmeye devam etti. “Anlayabilen insanların, bu kadar çok anlaşamaması çelişkiliydi. Aynı olayı yaşayan insanların farklı tepkiler vermesi şaşırtıcı değil mi?” “Değil!” dedi “Hayır değil.”“Evet çevremizdeki her şeyi sembole dönüştürüp anlamlar yükleriz ve ona göre davranırız bu doğru.” “Yanlış olan ise şu: İnsanların davranışlarına da anlam yüklüyoruz.” “Bu normal değil mi?” Diye sordu aynı ses. “Normalmiş gibi ama değil çünkü biz bir şeylere anlam yüklerken doğduğumuzdan o güne kadar çevremizden etkilenip yaparız bunu ve her insan böyle yapar. İşte biz birisinin davranışlarına kendi anlamlarımızı yüklüyoruz. Yanlış olan bu.” “Ne yapmalıyız?” diye sordu aynı ses. Bu sese sinir oldu bir an ama ara vermeden devam etti. “İnsanların davranışlarını olduğu gibi somut bir biçimde kabullenmeliyiz. Altında neden aramamalıyız. Çünkü bu davranışın sebebini sadece o bilebilir. Mesela birisi kahvaltı yapmak istemediğini söylediğinde ‘uykusunu mu alamadı’ , ‘hasta mı’, ‘ bana mı kızgın’ diye kafa yormamak gerekiyor. İstemiyorsa istemiyordur, bitti. Bunu uzattığın takdirde o sebeplerden kendine en yakın olanı alıp, sen de ona göre davranırsın. Bu da ilişkileri zarara sokabilir.” Şimdi anladın mı dedi. Bu sefer de içindeki ses cevap vermemeyi tercih etti…
Radyo da ‘hatıran yeter’ çalmaya başlamıştı. Bir sigara daha yaktı. Kar şiddetini artırmadan eve dönmeliyim diye düşündü. Eve doğru amacı olan bir insan gibi hızlı hızlı yürümeye başladı.
Yorumlar
Yorum Gönder